Yozgat Mutlu Son Hizmeti – Masör Ece

Yozgat Mutlu Son Hizmeti – Masör Ece

Yozgat Mutlu Son hiç bu andaki benzer biçimde kendi ağırlığım altında ezik duymamıştım. Fazlasıyla uzun bir süre, gözlerim geçmişe dönük yaşadım ve kendimi çocukluk anılarımdan koparamadım, ” diyordu. Bunu olağan buldum. Bireyin çocukluktan çıkmak, büyümek istememesi doğaldı. Jacques’ı artık görmemek benim için büyük bir huzurdu. Onu düşünüp kendime işkence etmiyordum. Baharın ilk güneş ışınlan, kanundaki kış uyuşukluğunu alıp götürüyordu. Bir taraftan var gücümle çalışmayı sürdürürken, öte yandan da biraz eğlenmeye karar verdim. Öğleden sonraları çoğunlukla sinemaya gidiyordum. Studio deş Ursulines, VieuxColombier ve Cine-Latin’e giderdim. Cine-Latin, Pantheon’un hemen peşinde, tahta koltuklu minik bir yerdi. Filmlere bir piyano eşlik ederdi.

Yozgat Mutlu Son bölgeler rahat değildi. Son birkaç senenin en iyi filmlerini yeniden gösterirlerdi. Altına saldırı’u ve Şarlo’nun bir çok filmini orada görmüş oldum. Bazı akşamlar, annem, kardeşimle beni tiyatroya gdolayırdü. Le Grand Large’da, Jouvet’yi seyrettim. Michel Simon, ilk kez bu oyunda sahneye çıktı. Dullin’i La comedie du bonheur’âe, Madam Pitoeffi Ermiş Jeanne görevinde seyrettim. Bu tür gezmeleri günlerce düşler, iple çekerdim. Bunlar, haftalarıma bir ışık, bir ısı, bir Yozgat Yakasılık taşıyordu. Okuldaki ilk İM sömetrin bana iyi mi ağır geldiğini anımsadığım vakit, bu eğlencelere ne denli örutubet verdiğimi daha iyi anlıyorum. Gündüzleri, tüm sergileri dolaşıyor, Louvre galerilerinde gezinip duruyordum. Paris’i karış karış arşınlıyordum.

Yozgat Mutlu Son

 Yozgat Mutlu Son eskisi şeklinde yaşlara bürünmeden, görmüş olduğum her şeye merakla bakıyor, inceliyordum. Bazen akşam yemeğinden sonra, metroya atladığım şeklinde, soluğu Paris’in öteki ucunda alırdım. Leş Buttes Chaumont dolaylarına gider, yeşilliklerin ve ıslaklığın kokusunu içime çekerdim. Güzel akşamlardı onlar. Çoğu kere, yürüyerek dönerdim eve. De la Chapelle Bulvarı’nda, yukardan geçen demir yolunun çelik ızgaraları altında, hanımlar alan kişi beklerlerdi. Parlak ışıklı meyhanelerden erkekler çıkardı. Sinemaların önleri afişlerle donanmış olurdu. Dört bir yanımı yaşamın sardığını, dev gibi, her an varolan bir karmaşanın beni çevrelediğini duyardım. Yaşamın sıcak, yoğun soluğunu yüzümde duyarak yürürdüm.

Ve kendi kendime, her şeye rağmen yaşam, yaşanmaya değer diye düşünürdüm. Yine erekler amaçlamaya başladım. Dostluklarıma ve askıda kalmış aşkıma karşın, kendimi hâlâ çok yalnız buluyordum. Beni anlayan yahut beni, salt ben olduğum için tümüyle seven biri yoktu. Benim için ne “mutlak ve değişmez” olan biri vardı, ne de bu şekilde birinin olabileceğine inanıyordum. Bundan dolayı acı çekmek yerine, tekrar onuruma sığındım. Yalnızlığım, çevreden kopukluğum, üstünlüğümün bir emaresiydi. Artık hiç kuşkum kalmamıştı: Önemli birisiydim ve büyük işler yapacaktım. Roman konulan tasarlıyordum. Bir sabah Sorbonne kitaplığında, Yunancadan çeviri ödevimi yapmak yerine “kitabıma” başladım. Haziranda sınavlara çalışmam gerekliydi. Fazla süreım yoktu. Ama ertesi yıl daha çok boş süreım olacağını hesapladım ve gereksiz uğraşlarla zaman yitirmeden kendi kitabımı tamamlayacağıma söz verdim. Günceme “Bu, her şeyi anlatacak bir yaratı olacak” diye yazmıştım. Güncemde sık sık ve ısrarla, bu “her şeyi anlatmak”tan söz ediyordum. Deneyimlerimin yoksulluğu ile garip bir çelişki oluşturuyordu bu sözlerim. Felsefe, eşyanın özünü, kökenini, bütününü kavrama eğilimimi pekiştirmişti.